Hayat öyle enteresan olaylarla sabrımızı ve dayanma gücümüzü zorluyor ki akla hayale gelmeyen bir sürü çıkış yolunu denemek zorunda kalıyorsunuz. Kimi zaman geçmişte ne yaptığımızı hatırlamak ve benzer sorunların üzerinden nasıl geldiğimizi hatırlamak için şöyle bir arşivleri karıştırıyorsunuz. Son dönemde yaşanan ekonomik krizin geçmiş dönemlerde yaşanan krizlerle benzerliğini ve krizden çıkmak için hangi yolların denendiğini şöyle bir gözden geçiriyordum ki emin olun için karardı. 1970’li yıllarda yaşanan ekonomik kriz’in ülkenin 50 Sent’e mahkum olduğu günleri şöyle bir okuduktan sonra üzerime çöken ağırlığı nasıl atacağımı aramaya başladım. Zengin toprakların fakir bekçileri olan bizler için karamsarlıktan çıkmanın en kolay yolu sanatla ilgilenmek sanırım. Yıllarca yazdığı şiirlerle okurlarına şiiri ve şiir gibi Bodrum’u sevdiren Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın o dizeleri geldi aklıma;
“Yokuş başına geldiğinde Bodrum'u göreceksin.
Sanma ki sen, geldiğin gibi gideceksin.
Senden öncekiler de böyleydiler
Akıllarını hep Bodrum'da bırakıp gittiler.”
***
Köşe yazılarımız gazetemizin internet sitesinde bir gün önce yayına girse de ertesi günkü sayımızda mevkutede yerini alıyor. Bugün 12 Ekim mevkutede ise 13 Ekim 2018yerini alacak. Başka bir değişle Halikarnas Balıkçısı’nın ölümünün 45. Yıl dönümü. Benim kendisini şahsen tanımaya yaşım yetmedi ancak onun manevi oğlum dediği Şadan Gökovalı’yı tanıma şansım oldu. Çocukluğumda yaz akşamlarında Halikarnas Balıkçısı’nın şiirlerini Gökovalı’dan dinleyerek tanımaya başlamıştım onu. Kendi kaleminden ise Cevat Şakir şöyle anlatıyor kendini;
“1980 yılında ada Türk iken Girit’te doğdum. Babam, Türkiye’nin Atina Sefiri oldu. Falerin’da ilk evi babam yaptırdı. Üç dört yaşındayken, küçük kardeşimle Parthenon'un mermerleri arasında oynardık. Bir gün kayıkta, kayıkçı deniz aynasını denize tuttu. Denizaltı alemini görünce, tokat yemiş gibi sarsıldım. Yazı öğrenmeden önce, sabahtan akşama kadar resim yapardım. sonra Büyükada’da oturduk. Altı yaşında oradaki mahalle mektebinde okuma yazma öğrendim. 10 yaşında bir misyoner kuruluşu olan Robert Kolej’ e gönderildim. Sabah, öğlen, akşam ve yatmadan önce dua ediyorduk. Ben İsrail’in boyuna, Cerikaya, öteye beriye taşınan taşlardan bıktım. Kütüphanelerde, içleri hayat dolu kitaplar vardı. Okudum. Ama, 700 öğrenci arasında o kitaplar bana yasak edildi. Elektrik feneri icat edilmişti. Gece yorganla battaniyeyi çadır yapar elektrik feneriyle, arkadaşlarıma aldırdığım kitapları okurdum. Çok yazardım İngilizce... Ama on üç yaşımdan sonra yazmadım. Çünkü, Pazar günü kilisede okuduklarımı yazmamı istediler. Ben de, herif eşek arısı gibi vızıldarken, yanı başlarında uyuyan arkadaşların kulaklarına çöp soktuklarını ve başka realiteyi yazdım. Skandal oldu, paylandım, artık yazmadım. Kolej’ den sonra İngiltere’ye göndermek istiyorlardı. Porstmouth’ da ki mektebine gitmek istedim. Münasip görmediler. Oxford’a gönderdiler. İsteksiz gittim. En kolay konuyu seçtim, üç dört yıl öğrendim. Üç dört yılda öğrendiğimi unutmak için sarfettim. Ama kütüphanelerden, hem sonradan Londra Üniversitesi’nden istifa ettim. İlk dünya savaşında hastaydım. Savaş sonrası asker kaçaklarının kendileri gelip teslim oldukları halde yargılanmadan asıldıklarını yazdım. Ankara İstiklal Mahkemesi’nde, Bodrum’da üç yıl kalebentliğe mahkum ettiler. Asıl mimledikleri M.Zekeriyya’yı mahkum etmek istiyorlardı. Ama yazıda suç bulamazlarsa yazıyı basan da serbest kalacaktı. Bodrum’a vardığım zaman 34 yaşındaydım. Ondan önceki mektep hayatımın bende bıraktığı intiba şöyleydi. İstiklal Mahkemesi’nde mevkuf iken, bir gece rüyamda çocukluğumu, hala Kolejde olduğumu görmüştüm. Uyanınca hapishanede olduğumu ve kolejde olmadığımı gördüm ve, çıldırasıya sevindim. Bu hürriyetti bre!... Oysa ki, kolejde Fikret’in oğlu Haluk’ta, benimle aynı tabiydi. Halikarnas’ da, üç dört yaşındayken Faleron’ da gördüğümü ve kaybettiğimi buldum orada kaldım, yazdım, çiçek, ağaç ve yemiş yetiştirdim. Gece rüyamda kendimi savaşan bir general gibi görüyordum. Arkamda, yüz binlerce portakal ve grapa fruit ağaçları kökleri üzerine kalkmışlar, ilerliyoruz ve düşmanımız ölüme karşı vitamin ve ışık bombaları portakalları, greyfurtları, çiçekleri atıyoruz. Sonrası Halikarnas Balıkçı’ sı. İşte o kadar!”