Bir şehrin cadde ve sokaklarında yürürken, bastığım yerlerin, gördüğüm manzaranın temiz ve güzel olup olmadığına bakarım. Eğer kaldırımlara belediye tarafından belli aralıklarla çöp kutuları koyulmuşsa ve buna karşın kullanılmış kağıt mendiller, yiyecek artıkları, çerçöp yerlere atılmış, esnafın belediye temizlik araçları alsın diye kaldırıma yığdığı karton kutular, ambalaj malzemeleri öbek öbek duruyorsa için burulur, üzülürüm.
Bazı akşamları hava güzel olursa, merkezi yerlerdeki caddelerde yürüyüş yapıyorum. Bu yürüyüşler sırasında kentin temizliğine gölge düşüren görüntüler moralimi bozuyor. Çünkü kaldırımların kenarlarına yığılmış karton kutular, ambalaj malzemeleri ya da benzer atıklar hoş olmayan manzaralar yaratıyor. Tabii ki bunlar esnaf tarafından, belediye çöp aracı gelip alsın diye oralara bırakılıyor.
Oysaki ana caddeler, şehirlerin vitrinidir. Bu tür görüntüler ise, oraları kullananları ister istemez rahatsız ediyor. Kaldırımların işgal edilmesi, çöp yığınlarıyla dolu olması, yol kenarında tek araca izin verildiği halde, çift sıralı araç park edilmesi o yerin cazibesini olumsuza çeviriyor, imajını bozuyor.
Ben şahsen, araçların yollarında rahat seyrettiği, insanların kaldırımlarında herhangi bir engelle karşılaşmadan yürüyebildiği, göz zevkini bozan manzaralarla karşılaşmadığı şehirlere özeniyorum.
İstiyorum ki yalnızca şehirlerimiz değil, köylerimiz bile böyle olsun. Orada yaşayanlar her şeyi devletten beklemesin. Çöpünü çöp kutusuna atsın, kutusunu kaldırıma yığmak yerine ya konteynere bıraksın ya da belediye aracı geldiğinde dışarı çıkarsın. Bireysel sorumluluk hissiyle davranıp, ortak kullanım alanlarını nasıl görmek istiyorsa, öyle bıraksın.
Ama bazen böyle olmuyor! Neden diye düşünmek gerekir mi, bilmiyorum.
***
Geçtiğimiz yıl bir haftalık tatil için Gökçeada’ya gitmiştik. Geçmişte çok sayıda Rum ailenin yaşadığı Gökçeada’nın hemen hemen tüm köylerini ve plajlarını gezip, gördük. Denize girdik, tepelere çıktık, bağlarından üzün toplayıp, çarşısından alışveriş yaptık.
O günlerden aklımda kalan üç şey var. Birincisi adadaki sakin yaşam, ikincisi hiçbir yerde görmediğim kadar sürekli ve kuvvetli bir rüzgar, üçüncüsü de elli altmış yıl önce çok daha kalabalık bir nüfusa sahip olan Bademli Köyü. Daha doğrusu tamamı taş binalardan oluşan ve bir kısım binaları da sahipleri terk ettiği için yıkıntı halinde duran Eski Bademli Köyü’nün temizliği.
Bir tepenin yamacındaki düzlükte kurulu, ön tarafında geniş bir ova bulunan köyün hemen hemen tüm sokaklarında yürüdük. Bahçelerini dolaştık, yıkılmış binaların, dev çınar ağaçlarının önünde fotoğraf çektirdik.
Köyde genellikle aile büyüklerinden kalan evleri kullanan, çoğu da yaz tatillerinde gelen Rum’lar vardı.
Sokakları dolaşırken ilk dikkatimi çeken şey her yerin tertemiz olmasıydı. Yerler tıpkı binalar gibi taş döşeliydi. Ve çöp diye nitelenebilecek hiçbir şey gözümüze çarpmadı. Rüzgar biraz kuvvetli esiyordu. “Acaba yerdeki çöpleri rüzgar mı alıp götürüyor?” demekten kendimi alamadım. Hatta merakımı yenemeyip, çay içip, irmik tatlısı yediğimiz bir kafenin işletmecisine sordum.
Dedesinden kalan küçük taş evi, yaz aylarında Yunanistan’dan gelerek kafe olarak işleten genç kadına, “Köyün sokaklarını kim temizliyor? Muhtarınızın temizlik görevlileri mi var?” dedim.
“Hayır, herkes kendi evinin, dükkanının önünü süpürüyor” dedi.
“Ben de rüzgar alıp, götürüyor sanmıştım” deyince, güldü. “Sokaklara kimse bir şey atmadığı için, rüzgarın götüreceği bir şey yok ki” dedi.
Köyden ayrılıp, tepeden aşağı, ana caddeye doğru ilerlerken, yol kenarındaki dikenli tellere takılmış naylon poşetleri, kağıt atıkları ve biriken pet şişeleri görünce içim buruldu.
Ve aynı adada bu şekildeki temizlik farkını fark ettiğimiz o kadar çok yer gördük ki.
Herkes kendi kapısının önünü, yaşam alanını süpürse, temiz tutsa, bu şekildeki bir fark hiçbir yerde hiçbir zaman karşımıza çıkmayacak, biliyorum.
Temiz olmak için, düzenli olmak için hiç kimsenin bizi uyarmasına gerek yok. Üzerimize düşen sorumluluğu bireysel olarak yerine getirelim, o yeter.