Bazı yerleri bir kullananlar vardır, bir de koruyup, kollayanlar. Geçtiğimiz Kurban Bayramı tatilinde tanık olduğumuz gibi kullananları bir kez daha çok iyi gördük.
Binlerce insan, ülkenin her yerinden, tatil için güzel Muğla’nın, güzel sahillerine akın etti. Yediler, içtiler, denize girdiler, eğlendiler, gittiler. Geride de yediklerinin, içtiklerinin ve kullandıkları yerlerin ücretini bıraktılar, o kadar. Tabii bir de binlerce ton çöp.
Belediye görevlileri hem sahillerden, hem de piknik alanlarından kamyonlar dolusu çöp toplamak zorunda kaldı. En önemlisi de bu insanlar o kadar yakın ve iç içe bir tatil yaptı ki, bu yüzden önümüzdeki günlerde koronavirüs salgını, döndükleri şehirlerde hangi oranları bulur bilemem.
Üzücü bir durum. Ve bu olay her yaz mevsimi tekrar edip duruyor. Bu yaz ise Covid-19 nedeniyle insan ve toplum sağlığı açısından çok özel bir hale geldi.
Bayramda insan kalabalığından uzak tatil yapmak istesem de pek mümkün olmadı. İnsan denize girmek istiyor, sakinlik, kafa dinlemek istiyor ama nereye gittiysek hep aynıydı. Normal zamanda sandalyelerimizi kenarına koyup, akan suyu, ördeklerini izlediğimiz Azmak Nehri’nin içi de, çevresi de dolup taşmıştı.
Elbette ki tatile, gezip, görmeye karşı değilim. Ülkemin her insanının, öncelikle kendi yaşadıkları bölgeler başta olmak üzere doğusunu da batısını da gezip görmesini, kuzeyini de güneyini de tanımasını isterim. Yaşadığı şehirden başka yere gitmeden, uçağa atlayıp, Avrupa turlarına katılanları her zaman kınamışımdır.
Ülkemin her yerini gezip, görmek, kendi insanımızı tanımak, nerde ne var bilmek ve bildiğimiz, tanıdığımız, ayak bastığımız yerlere sahip çıkmak gerektiğine inanırım. Dağıyla, deniziyle, ovasıyla, nehriyle her yerini, her şeyini “burası bizim, burası bize atalarımızdan kaldı, biz de torunlarımıza bırakacağız” düşüncesiyle sahiplenip, yaşamak gerektiğini savunurum.
Akyaka’da plajın yan tarafındaki valiliğe ait mesire yerinde otururken, karşı kıyıdaki dağları seyrettim ve bunları düşündüm. “Daha burası gibi nice yerler var. Ne sahiller, ne plajlar, ne nehirler, dağlar var. Bunların hepsi bizim” diye düşündüm. Ve bir şey daha düşündüm, “bunların hepsi bizim ama, bizim ülkemiz, bizim toprağımız, bizim mülkümüz diye kişisel olarak da sahip çıkıp, koruyor muyuz acaba? Hiç sanmıyorum..
Dün Muğla’nın tarihini okudum. Doğrusunu söylemek gerekirse buraya yerleşene kadar pek fazla ilgi duymamıştım. Dışarıdan bakan herkes gibi ben de tatil yapılan, güzel plajları olan bir yer olarak biliyordum. Ama gördüm ki Muğla tarihiyle, coğrafi güzelliğiyle, tarım alanlarıyla, denizi ve nehirleriyle sahip çıkılıp, korunması gereken en güzide yerlerimizden biri.
Bu nedenle, nasıl ki yıllar önce, İstanbul Boğazı kıyıları talan edilmesin diye halen yürürlükte olan “Boğaziçi Koruma Kanunu” çıkarılmış, öngörünüm, geri görünüm diye alanlara ayrılmış ise, bence Muğla’nın da bu açıdan özel bir koruma kanununa ihtiyacı var.
Bodrum’dan Fethiye’ye kadar her karışının, binlerce yıllık tarihi değerleriyle, ormanlarıyla, kıyılarıyla titizlikle korunması gerekiyor.
Çünkü bu güzel ilimizin tarihini okurken, bu topraklarda kimlerin yaşadığını, kimlerin ayak izlerini bıraktığını, kimlerin emek verdiğini gördüm ve kendi kendime “vayy bee!” dedim.
Şuan biz bu emeklerin üzerinde oturuyor, tarihe karışmış toplumların, ülkelerin, insanların mirasını yiyoruz. Hayır, yemememiz lazım. Daha da üzerine koyup, daha da güzelleştirip, daha da imar edip, geliştirip geleceğe taşımamız lazım.
Bunu da öncelikle; ister burada doğup, büyümüş olsun, isterse sonradan yerleşmiş, kendini Muğlalı hisseden herkesin yapması gerekir.
“Tatilciler geldi, yedi, içti, denize girdi gitti, biz de şu kadar çöp topladık” demekle olmuyor. Asıl mesele, o çöpleri bıraktırmamakta.
Yani buranın sahilinin de, piknik alanlarının da, denizinin ve nehrinin de tıpkı kendi evimiz gibi, kendi malımız gibi korunması gerekir, bunu sağlamalıyız.
Hem de şahsen, hem de bireysel olarak. Bu bilinç burada yaşayan herkeste olmalı, oldurmalıyız!