İnsanın gücü nerededir? Bir insanı diğerlerinden üstün yapan, onlara egemen olmasını sağlayan veya onu insanlıktan çıkartan özellikler nelerdir? Herman Melville’in o müthiş dünya klasiği Beyaz Balina; Moby Dick’te anlattığı gibi insanı diğer canlılardan ayıran en önemli ve tehlikeli özelliği hırsı mıdır? Hep ben olayım, beni bilsinler, bana tapsınlar, bana itaat etsinler, benden korksunlar, benden çekinsinler, ben ne dersem o olsun. Beni sevmesinler, bana saygı göstermesinler ne gam korkuyorlar ya. Klasik bir hikâyedir; ancak yine de hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda var. Özellikle işgal ettikleri mevki, makam ve rütbelerin kendileri için kalıcı ve hep öyle olacakmış gibi zanneden kompleksli, donanımsız, kişilik bozukluğu ve karakter zayıflığı içinde olanlar göz önüne alınınca devamlı hatırlamakta da fayda var. Efendim ufacık tefecik adam, hani “tespih tanesi gibi” derler ya tam o ölçülerde temsil ettiği makamın getirdiği ağırlıkla ve lacivert ağır takım elbisesiyle gelecek konuğunu beklemektedir. Derken beklenilen konuk uçağın merdivenlerinden iner ve karşılama heyetinin hemen başındaki o küçücük adama doğru yönelerek elini uzatır. Ev sahibi devlet adamlığının verdiği o malum ve doğal vakarla uzanan eli sıkar ve kendisini tanıtır; “Ben İstanbul Belediye Başkanı ve İstanbul Valisi Ordinaryüs Profesör Doktor Fahrettin Kerim Gökay.” Misafir aynı olgunluk içinde gülümsemesine devam eder ve o da son derece kısa, özlü ve tok bir şekilde kendisini takdim eder; “Tito” alınacak çok ders var; ancak lafı uzatmaya hiç mi hiç gerek yok.

***

1980’li yıllarda Hollanda’da işçi olarak çalışmakta olan Antalyalı bir gurbetçi vatandaşımız hastalanır ve hastaneye kaldırılır. Kaldığı yer devlete ait sıradan bir hastanedir ve bizim Antalyalı vatandaş odayı yaşlı bir Hollandalı kadınla paylaşmaktadır. Aslına bakarsanız hiç tanımadığı, hem de bir kadınla aynı odada kalmak ona biraz garip gelse de zamanla birbirlerine dert ortağı olurlar. Yaklaşık 15 gün sonra bizim Antalyalı hastaneden taburcu olacaktır ve çıkmadan hemen önce o yaşlı Hollandalı kadına adresini verir ve biraz gecikmeyle de olsa ona sorar “Teyzeciğim sen nerede kalıyorsun? Kimin kimsen yok mu? Çıkınca bize de gel.” diyerek. Yatağında hafifçe doğrulan kadının cevabı en az yukarıdaki kadar şaşırtıcı ve düşündüren cinstendir; “Ben Hollanda Kraliçesiyim evladıyım.” Bu ne mütevazılıktır, bu ne olgunluktur, bu ne hoş ve takdire şayan bir devlet anlayışıdır ne yazık ki bizim anlamamız biraz zor görünüyor. Bizim Antalyalı yaşadığı şoku ve başından geçenleri Antalya’ya geldiği bir gün kayınbiraderine anlatır; ancak onu bir türlü ikna edip inandıramaz 30 yıl boyunca, ta ki kayınbirader aşağı yukarı aynı şeyleri yaşayıncaya kadar. Efendim, Hollanda Ekonomi Bakanı ailesiyle birlikte tatil yapmak üzere Antalya’ya gelmiştir; ancak öyle onlarca arabalık eskortlar, VIP uygulamaları, şaşa ve debdebe içerisinde değil, sıradan ve mütevazı bir vatandaş olarak. Yediği bir yemekten zehirleninceye kadar Bakan’ın Antalya’da sıradan bir pansiyonda kaldığından kendi büyükelçiliğinin bile haberi olmaz. Ne zaman ki Hollandalı Bakan hastaneye kaldırılır ve kimliğini açıklamak zorunda kalır, işte o vakit herkes adamın ve ailesinin gerçek kimliğini öğrenir ve bizim Antalyalı kayınbirader de yaşadığı bu olayın ardından kendisine 30 yıl önce anlatılan; ancak inanmadığı olayı düşünür ve doğruluğunu kabul eder.

***

Aras'tan Türkiye'nin Berlin Büyükelçisi'ne ziyaret Aras'tan Türkiye'nin Berlin Büyükelçisi'ne ziyaret

İşte bir modern, çağdaş, Avrupalı bir kafa yapısı ve devlet anlayışı bunu gerektirir. Devlet hizmetinde olanlar kendilerini kraldan çok kralcı olarak değerlendirmezler, böyle bir hakları da, böyle bir yetkileri de yoktur. Öyle olduğu içindir ki örneğin bir Amerikalı veya İngiliz devletle ilgili herhangi bir sorun yaşadığında derhal “I am a tax-payer.”, yani “Ben vergilerini ödeyen bir vatandaşım.” diyiverince akan sular duruyor. İngiltere Başbakanı’nın oturduğu evi bilir misiniz? Londra’nın orta yerinde Downing Street, 10 numarada oturuyor. Diğer devlet adamlarının veya devleri temsil edenlerin oturdukları evler de pek farklı değil. Hele ki devletin herhangi bir kurum veya kuruluşunda çalışan kişinin mütevazılığı saygı duyulacak cinsten. İnsanlar acaba neden kendilerini ifade ederken veya tanıtırken “Ben şef, amir, müdür, müdür yardımcısı, kısım amiri, müdür vekili, başmüdür, başvekil, milletvekili, başkomser, ataşe, zabıta amiri, şef yardımcısı, senatör, amiral, genel müdür, kaymakam, vali, reis, belediye başkanı, kaymakam vekili, şef yardımcısı, baş aşçı” diye başlayan egoyla dolu, kişilikten uzak ve yoksun, klasik aşağılık kompleksleriyle yoğrulmuş başlangıç cümleleri kurar ve hayatını bunun üzerine oturtur acaba bu garip memlekette? Okullarımızda öğretmenler çocuklara meslekler, çeşitli yaftalar, etiketlerden önce kişiliğin geliştirilmesi gerektiğini öğretmedikleri için mi? Yoksa anne ve babalar yetişmekte olan evlatlarına insanın zenginliğinin maddi güç, mevki ve makamdan önce erdemle ve kazanılan sağlam altyapı ve karakterle ölçülmesi gerektiğini belletmedikleri için mi? Şüphesiz hepsinde doğruluk payı var; ancak asıl sıkıntı genlerimize işlemiş, bilinçaltımızı tutsak etmiş o malum Şark zihniyetinin etkilerinin bizi yönlendirmesi, hayatımıza hâkim olması, erdem ve karakter yerine giyilen farklı üniformaların (Bu bazen öğretmen, bazen vekil, kimi zaman bir askeri ataşe, bazen bir yetkili, çoğunlukla şef, amir, memur, müdür, belki de patron veya işveren olarak karşımıza çıkar.) ve işgal edilen makamların ön plana çıkartılması sorunudur.

***

Nereden nereye geldik? Esasında hikâyenin özü ve sizlerle paylaşmak istediğim husus avuç içi kadar küçücük bir ülkenin-tahmin etmişsinizdir neresi olduğunu- kendini bilmez, densiz bir yetkilisinin işgal ettiği makama hiç de yakışmayacak basit, sığ ve çiğ davranışıydı; ancak yıllardır o küçücük Akdeniz adasında yaşayanların mevcudiyetini bütün dünyaya anlatmaya çalışan, neredeyse ailesinin tamamı bu mücadelenin içinde yer almış, toprağı vatan yapan ve şimdilerde can, mal ve namus hürriyetleri sağlanmış bir ülkede yarın kaygısı olmadan yaşayabilsinler diye uğraşıp didinen bir akademisyen olarak “Hadi canım sen de.” diyip burada keselim. Orhan Veli boşuna dememiş “Neler yamadık ki bu vatan için? Kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik.” diye. Biz hep ölenlerden olduk.

Editör: Gazete Muğla