Hem bazı işlerimizi halletmek hem de hava değişikliği olsun diye geçtiğimiz hafta karayoluyla dört günlük bir tura çıktım. Eşim de yanımdaydı. Dağlar, tepeler, köyler geçip, uzunca bir yoldan sonra Denizli’ye elli kilometre kala direksiyonu Antalya yönüne kırdım.
Antalya’ya tepeden bakan yol kenarında kısa bir mola verdik. Beton bloklarla dolu manzarayı izlerken içim buruldu. Şehrin sırtını verdiği dağlara doğru uzanan araziye apartman dikmeye devam ediliyordu. Üzüldüm. Güzelim şehir insan eliyle bozuluyordu. Merkeze girmeden doğruca Manavgat’a geçtik. Manavgat Şelalesi’ni yirmi yıl kadar önce ilk kez görmüş ve gürül gürül akan suyu hayranlıkla izlemiştim. Bu ziyaretimde koskoca nehrin neredeyse kuruyup, şelalenin varlığıyla yokluğunun bir olduğunu fark ettim. Kuraklığın tehlike çanları çalıyordu.
Akşama doğru Alanya’ya geçtik. Kalacağımız otele eşyalarımızı bıraktıktan sonra sahil kenarındaki parkta gezintiye çıktık. Modern bir kent olan Alanya sahilindeki parka değişik heykeller koyulmuş, insanlar spor amaçlı yürüyüş yapıyordu. Eşim de, ben de çok beğendik. “İşte huzur içinde yaşanılacak bir yer daha” dedik. Ancak karşılaştığımız çoğu kişinin maske takmamış olması ise bizi huzursuz etti. Bu arada otel görevlisine eşyalarımızı kendimiz taşıyabileceğimizi söylediğim halde, ısrar etti, aldı, odaya kadar çıkardı. Oysa benim amacım her konuda mümkün olduğunca başkalarıyla az temas kurmaktı. Kahvaltıda da aynı tedirginliği yaşadık. Çünkü açık büfeydi ve tüm müşteriler aynı maşayı, kaşığı kullanarak kahvaltılıkları alıyordu.
Ertesi sabah erkenden Mersin’e doğru yola çıktık. Anamur, Silifke, Erdemli sahil şeridinden ilerleyip, akşamüzeri Mersin’de olduk. Ancak sarp yamaçlardan geçen, dar yolu TIR’larla paylaşmak oldukça tehlikeliydi. İnşaatı on yedi yıldan beri devam eden Akdeniz Sahil Yolu tamamlandığında sanırım sürücüler rahat edecek.
Adana’da yaşarken sık sık Mersin’e giderdim. Bölgedeki çoğu insan yaz tatillerini orada geçirirdi. Adana, Osmaniye, Gaziantep ve Kahramanmaraş gibi çoğu illerde yaşayanların sahildeki sitelerde evleri vardı. Deprem bölgesi olmadığından çok katlı binaların yapılmasına izin veriliyordu. Hatta Türkiye’nin ilk gökdeleni de elli iki katlı olarak ilk kez Mersin’de inşa edilmişti. Yazlık siteler genelde sahil şeridinde olup, şehirlerarası yolun üst kısmı narenciye bahçeleriyle doluydu.
Bu gidişimde eski Mersin’den eser kalmadığını gördüm. Her yer beton bloklarla kaplıydı. Yazlık siteler bile her mevsim kullanılmaya başlamış, batıya doğru uzanan portakal, mandalina bahçeleri yok edilmişti. Araç trafiğindeki yoğunluk ise İstanbul’la yarışıyordu. Hava sıcaklığı yirmi altı dereceydi. Yaz mevsimi devam ediyordu. Ve Muğla’da alıştığımız serin ve temiz havayı soluyamıyorduk. Sanki her yanı toz kaplamış da, ağzımızdan burnumuzdan toz giriyordu. Otele yerleştikten sonra çıkıp, Mersin’e özgü tantuni yiyelim istedik. Ama bir yandan da koronavirüsten korkuyorduk. Çünkü çoğu yerde maske dahil, genel hijyene bile uyulmadığını gördük.
Mersin’den çok şey ummuştuk ama umduğumuzu bulamadık. Gazeteci dostlarımla bile telefonla konuşup, geldiğimiz yoldan dönüşe geçtik. Bir büyük şehrin daha betonla doldurulup, insan eliyle katledildiğini görmek bizi üzdü.
Adana’ya da gidip, eskimeyen dostlara merhaba demek geçiyordu içimden ancak hem Mersin hem de Adana’daki koronavirüs yaygınlığı bizi bu fikrimizden caydırdı. Daha fazla kalmayıp, Silifke, Karaman üzerinden Konya’ya geçtik. Bu arada Erdemli’de mola verip, bir şeyler atıştırdık. Fakat burada çalışan personelin de koronavirüs salgınına karşı tedbir almak gibi bir davranış içinde olmadıklarını gördük. Bu nedenle ne yediğimizden ne de içtiğimizden bir şey anladık. “İnşallah virüs bulaşmamıştır” diye dua ederek, yola devam ettik.
Gezimizin üçüncü günü Konya’da geceledik. Kaldığımız otel, ziyaret ettiğimiz Mevlana Müzesi ve kentin genelinde hakim olan temizlik ve pandemi önleme kurallarına uyum nedeniyle kadim şehrimizde yaşayan vatandaşlarla, esnaf ve yöneticilerine özellikle teşekkür ediyorum.
Ertesi gün Isparta’ya girmeden önce yol üzerinde olduğu için uğradığımız Eğirdir ilçesindeki düzen ve temizlik de bizi oldukça mutlu etti. Eğirdir Belediyesi tarafından göl kenarında yaptırılan Rüya Park’ı gezerken, geyikten, ceylana kadar birçok hayvanla, doğal güzellikler tüm yorgunluğumuzu aldı. Bu arada Eğirdir’e girmeden önce yol kenarındaki satıcılardan alışveriş yaptım. Elma, hurma, domates ve limon aldım. Ancak, “Bunlar Hatay Hurması, içi çikolatalı” diyen satıcıya inanıp, tanıdıklara da veririm diye dört kilo aldığım hurmaların hepsi sarı çıktı. Kandırıldık yani.
Eğirdir’in içinden geçip, Isparta’da navigasyon sayesinde bulduğumuz AVM’de karnımızı doyurduk. Hem Eğirdir hem de Isparta’daki kentsel düzen ve temizlik nedeniyle içimden “ne de olsa ‘Baba’nın memleketi. Keşke her yer böyle olsa diye geçirdim. Eşimin virüs kapma korkusundan yaşadığı gerginlik biraz azalmıştı. “Dört gündür ilk defa güvenerek, korkmadan bir şey yedim” dedi.
Isparta’dan çıkıp, Burdur ve Salda Göllerinin kıyısından, Denizli yönüne ilerlerken, direksiyonu gelirken döndüğümüz kavşaktan Muğla tarafına kırdım. Hava karardığı için yol biraz tedirgin etti. Çünkü kilometrelerce mesafede ne bir akaryakıt istasyonu ne de konaklama tesisi vardı. Rakım binin üzerinde, hava sıcaklığı on derece kadardı. “Lastik patlasa kurda, kuşa yem oluruz” diye söylenerek, geç vakit Muğla’ya ulaştık. Eve geldiğimizde, “Muğlalılar gerçekten çok haklılar. Buradaki bina ve nüfusun, kesinlikle betona gömülmüş şehirler gibi artmaması gerekir. Bu fikri savunanlara sonuna kadar katılıyorum. Aksi takdirde şehrin sakinliği de, huzuru da kaçar. Hayat biraz pahalı ama her nimetin bir külfeti olur. Muğla’nın havası yeter” dedim.