Anadolu da kullanılan değimlerden biridir, “Ağlamayan çocuğa meme verilmez.” Nedense hiç ağlamayı beceremeyiz yada ağlamayı bir acizlik gösterisi olarak kabul eder hep içimize ağlarız. Yaşana haksızlıkları, adaletsizlikleri görür bunları gazete sütunlarına, köşelerimize taşır ancak kendi yaşadığımız haksızlıkları yada sorunları bir türlü anlatamayız.

***

Maalesef biz gazetecilerin ağlama lüksü yok. Biz ağlarsak başka ağlayan mazlumların seslerini duyamaz ve duyuramayız. Nasıl bir devlet başkanının ben yoruldum üç hafta yıllık izin alacam demek gibi bir lüksü yoksa bizimde ağlamak gibi bir lüksümüz yok. Yılda yalnızca iki kez bizlerin sorunları olup olmadığını sorup dinleyip notlar alan yetkililer yanımızdan ayrılır ayrılmaz o notları ya unutur yada kaybeder.

***

Her 24 Temmuz ve 10 Ocak geldiğinde akıllarına düşeriz, “aman bir hal hatır soralım da sonrasına yüzümüz olsun.” Seçim öncelerinde gözde olan el üstünde tutulan seçmen gibi hissediyorum bu zamanlarda kendimizi. 24 Temmuz’larda bizlerin ziyaretlerine gelinir ancak geliş amacının ne olduğu unutularak çalışanlar yerine patronlar yada onların temsilcileri ile çay içilir siyaset konuşulur. 10 Ocak’larda ise gönderilen yazılı metinlerle günümüz kutlanır, açılan birkaç telefona hal hatır sorulur.

Muğla’da Depreme Dayanıksız Okullar Yenileniyor Muğla’da Depreme Dayanıksız Okullar Yenileniyor

***

Bir STK yada siyasi parti kongresi öncesi ilk hatırlananlar oluruz genelde. “Sizinle bir çay içseydik” diye başlayan her cümlenin sonunda konu kendilerinin yarıştığı kongreye gelir ve “sizlerden de destek bekliyoruz” cümleleri ile sona erer. Hiçbir üyeliğimizin olmadığı hatta üye olma şansımızın bile bulunmadığı bazı odaların seçimlerinde taraf olmamız istenir, beklenir. Kimse de sormaz sizin meslek temsilciliğiniz nedir diye. “Sizin bir odanız var mı?, Sizin haklarınızı savunan kim?”

***

Türkiye'den Medya Derneği ile ABD merkezli uluslararası gazetecilik kuruluşu International Center for Journalists (ICFJ) 2011 yılının Ocak ayında İstanbul'da “Dijital Çağda Etik: Zorluklar ve Fırsatlar” başlıklı üç günlük bir atölye çalışması düzenlemişti.

Atölye, 2010'un yaz aylarında internet üzerinden sürdürülen, 50 kadar gazetecinin katıldığı altı haftalık yoğun, tartışmalı bir eğitim döneminin finalini oluşturuyordu. Altı haftalık kursun eğitimcileri Indiana Üniversitesi’nden gazetecilik profesörü Sherry Ricchiardi. Ocak 2011'deki atölye çalışmasında USA Today’in eski yöneticilerinden Frank Folwell da katılmıştı.

Kurs metinleri ve örnek haberler ICFJ tarafından hazırlanmıştı... Ağustos-Eylül 2010’daki altı haftalık kursun ilk dersinin ilk metni “Etik Neden Önemlidir” başlığını taşıyordu ve ilk cümlesi şöyleydi:

“Okurları ve izleyicileri, bir hikâyeyi tek taraflı anlattığımıza ya da yanlış anlattığımıza inanmalarından daha fazla öfkelendiren bir şey yoktur...”

Ders metninde, böyle durumlarda okurların gazetecilere mutlaka tepki gösterdiği ve hesap sorduğu hatırlatılıyor, gazetecilerin bu türden tepkilere maruz kalmamaları için uymaları gereken etik ilkeler sıralanıyordu...

Ders metinlerini hazırlayan Amerikalı gazetecilerin, kamuoylarının her durumda “iyi gazetecilik” istediğine ve bunu yapmayan gazetecileri cezalandırdığına dair varsayımlarını bir yandan anlıyor, bir yandan da hayli naif buluyordum...

Anlıyordum, çünkü kamuoyunun “iyi gazetecilik” istediğine dair bir varsayımı sorgulamak, aynı kamuoyunun iyi bir hayatı arzuladığı varsayımını sorgulamak gibi bir şeydi Amerikalı gazetecilerin gözünde... Eh, bu da onlara “akıl dışı” görünüyordu haliyle...

Gazetecilik etiğinin evrensel algılanışından ziyade Türkiye’deki algılanışından ve özel durumundan söz etmek istiyorum. Bunları anlatmak ihtiyacını hissediyorum.

Türkiye’de kamuoyu ne yazık ki gazetecileri gazetecilik etiğine bağlı kalmada cesaretlendirecek bir rol oynamıyor.

Okurları ve izleyicileri, bir hikâyeyi tek taraflı anlattığımıza ya da yanlış anladığımıza inanmalarından daha fazla öfkelendiren bir şey yoktur... Bu, tabii çok doğru bir saptama. Fakat bazı durumlarda okurlar hakikati değil kafasında kurguladığı hakikati duymak ister. Mesela savaşlarda durum böyledir. Meşhur söz:  “Savaşta ilk kaybedilen şey gazeteciliktir...”

***

Genelde ülkenin tamamında meslektaşlarımız hep bu sorunlarla karşılaşıyor. Peki ya kutuplaşmış toplumlarda, kutuplardan her biri sadece rakiplerini zayıflatacak 'hakikat'lerle ve 'kuşku'larla ilgilidir.  'Bizim taraf'ın canını sıkma telkini taşıyan hakikatler ya da kuşkular yaygınlaşmamalıdır! Kol kırılsa bile 'yen'in içinde kalmalıdır! Eğer gazeteciler kendilerini bu toplumsal ruh halinin yarattığı akıntıya bırakırlar, akıntıya karşı koyma cesaretini gösteremezlerse... O zaman ürettikleri şey 'gazete' değil 'mücadele bülteni' olacaktır.

Editör: Gazete Muğla